Kan
(erişkin bir erkekte 5,5 It), hücrelerden ve kapalı dolaşım sisteminde tek
yönde düzenli olarak akan bir sıvıdan oluşur. Kan esas olarak kalbin düzenli
kasılmalarıyla pompalanır ve 2 kısımdan oluşmuştur: şekilli elemanlar ya da
kan hücreleri ve bu hücrelerin içinde yüzdüğü plazma (Yun. plcıs- ma,
oluşum). Şekilli elemanlar eritrositler (alyuvarlar),
trombositler
(kan pulcukları) ve lökositler (akyuvarlar)
dir.
Kan
dolaşım sistemi dışına çıkarsa pıhtılaşır. Bu pıhtı, şekilli elemanları ve
pıhtıdan ayrılan ve serum adı verilen sarı renkli
berrak bir sıvıdan oluşur.
Alınan
kan pıhtılaşmasını önleyici maddeler (heparin, sitrat) eklenerek santrifüj
edildiğinde tabakalara ayrılır. Bu durum, kanın birbirinden farklı yapısını
yansıtır (Şekil 12-1). Bir birim hacim kan içinde kümelenmiş alyuvarların hesaplanan
hacim değerine hematokrit adı verilir. Normal hema-
toktrit değeri erkeklerde %40-50, kadınlarda ise %35-45’dir.
Tam
kan santrifüj edildiğinde, santrifüj tüpünün üstünde kalan şeffaf, sarımsı ve
hafifçe kıvamlı sıvı plazmadır. Kanın şekilli elemanları kolaylıkla ayırt
edilebilen iki katman oluşturur. Alttaki katman, hematokrit tüpündeki tüm
kanın yaklaşık olarak %42-47’sini oluşturur. Alyuvarları içerdiği için kırmızı
renklidir. Bunun hemen üstündeki beyaz ya da grimsi katman (tüpteki kanın %1’i) sarımtırak örtü olarak
adlandırılır ve akyuvarları içerir. Alyuvarlar akyuvarlardan daha yoğun olduğu
için bu hücreler iki ayrı katman oluşturur. Akyuvar katmanının üzerinde kan
pulcuklarının oluşturduğu, çıplak göz ile görülemeyecek kadar ince bir katman
bulunur.
Farklı
İşlevler gören akyuvarlar (Tablo 12-1)
enfeksiyonlara karşı vücudun başlıca savunma düzeneklerinden biridir. Bu
hücreler, kan damarları aracılığıyla vücutta dolaşırlar, ancak kan
dolaşımındayken yuvarlak ve etkisizdirler. Venülle- rin ve kılcal damarların
duvarlarını aşarak dokulara geçebilir ve burada savunma yeteneklerini
sergileyebilirler. Kan, diğer maddelerin yanı sıra oksijen (Şekil 12-2), karbondioksit
(C02), metabolitler ve hormonları vücuda dağıtan bir araç olarak
işlev görür. Oksijen esas olarak alyuvarlardaki hemoglobine bağlanırken, C02
alyuvarlardaki çeşitli proteinlere (başlıca hemoglobin) bağlanmanın yanı sıra
plazmada çözünmüş şekilde C02 ya da HCO3"
olarak taşınır.
Plazma,
besinleri emildikleri ya da sentezlendikleri bölgelerden alarak organizmanın
çeşitli bölgelerine dağıtır. Ayrıca, metabolik artıkları da, onları kandan
alarak temizleyen boşaltım organlarına taşır. Kan, hormonları dağıtılmasını
sağlayan taşıyıcı araç olarak, olağan hücresel işlevlerin sürmesi için uzak
organlar arasında kimyasal mesajların değiş tokuşunu sağlar. Bunların yanı sıra
kan, vücut sıcaklığının ayarlanması, asit-baz dengesinin sağlanması ve ozmotik
dengenin düzenlenmesinde de işlev görür.
Plazma,
hacminin %10’luk kısmını oluşturan yüksek ve düşük molekül ağırlıklı maddeler
içerir. Bunun %7’sini, plazma proteinleri %0.9’unu inorganik tuzlar oluşturur.
Geriye kalan kısım ise amino asitler vitaminler, hormonlar, lipoproteinler gibi
değişik kökenli organik bileşikleri içerir.
Kılcal
damarların duvarları aracılığıyla, plazmanın düşük molekül ağırlıklı
bileşenleri dokuların interstisyel sıvısı ile bir denge içindedir. Bu nedenle,
plazmanın bileşimi, genel olarak hücre dışı sıvının ortalama bileşiminin bir
göstergesidir.
Başlıca plazma proteinleri albümin, alfa,
beta ve gama globulinler, lipoproteinler ve kan
pıhtılaşmasında yer alan protrombin ve fibrinojen gibi
proteinlerdir. Albümin
Şekil 12-1. Kanla dolu hematokrit tüpleri. Solda: Santrifüjden önce. Sağda: Santrifüjden sonra. Alyuvarlar
santrifüj edilmiş tüpteki kan hacminin %43’ünü oluşturur. Çökelmiş alyuvarlar
ile üstteki açık renkli plazma arasında sarımtırak örtü olarak adlandırılan
ince bir akyuvar tabakası bulunur.
plazmada en bol bulunan protein olup kanın ozmotik basıncının
ayarlanmasında temel bir rol oynar.
Kan hücreleri, bir damla
kanın mikroskop lamı üzerine ince bir tabaka halinde yayılmasıyla hazırlanan
yaymalar ile incelenir. Kan lam üzerine düzgün olarak yayılmalı ve havada
kurutulmalıdır. Bu tür ince yaymalarda kan hücreleri belirgin olarak ve ayrı
ayrı görülebilir. Hücrelerin sitoplazmaları yayıldığından çekirdekleri ile
sitoplazmlk yapılarının gözlenmesi kolaylaşır.Kan yaymaları rutin olarak
kırmızı (asidik) ve mavi (bazik) boyaların özel karışımları boyanır.
Şekil 12-2. Farklı türde kan damarlarında
kanın 02 içeriği. Oksijen miktarı (02 basıncı)
arterlerde ve akciğer kılcal damarlarında en yüksek düzeyde olup kan ile
dokular arasında gaz alışverişinin gerçekleştiği doku kılcal damarlarda azalır.
hücrelerindeki azurofil (azure
+ Yun. philein, sevmek) olarak bilinen
bazı yapıları boyayan azurları da
içermektedir. Bu özel karışımların bazılarına (örn. Giemsa, Wright, Leis liman),
ilk karışımda kendi değişikliklerini uygulayarak kullanan araştırıcıların
adları verilmiştir.
Eritrositler
(alyuvarlar) çekirdeği bulunmayan ve oksijen taşıyıcı proteini hemoglobin olan
hücrelerdir. Olağan koşullarda bu hücreler kesinlikle dolaşım sistemi dışına
çıkmazlar.
Çoğu
memelinin alyuvarları çekirdek içermeyen bikonkav (içbükey) diskler
biçimindedir (Şekil 12-3). İzotonik sıvı bir ortamda hazırlanan alyuvar
süspansiyonunda alyuvarların büyüklüğü 7.5 pm, kalınlığı kenar bölgelerinde 2.6 pırı,
orta bölgelerinde ise 0.8 jam’dir. Biçimlerinin bikonkav olması
alyuvarların yüzey-hacim oranının yüksek olmasını sağlar, böylelikle gaz
alışverişi kolaylaşır.
Kandaki
alyuvarların normal sayısı kadınlarda 3.9-5.5 milyon/).ıl, erkeklerde 4.1-6
milyon/pl’dir.
Şekil 12-3. Normal insan alyuvarlarının tarama
elektron mikroskobu görüntüsü. İki taraflı içbükey biçimlerine dikkat ediniz.
X3300
Polisitemi ağır
olduğunda, kılcal damarlarda kan dolaşımını bozabilir. Polisitemi, hema-
tokrit değerlerinde artış ile, yani alyuvarlar tarafından kaplanan hacimdeki
bir artış ile daha iyi ortaya konabilir.
Çapları 9
pm’den büyük olan alyuvarlar mak- rosit, çapları 6 pm’den küçük olan alyuvarlar
ise mikrosit olarak adlandırılır. Boyutları arasında büyük farklılıklar bulunan
alyuvarların yüzdesinin yüksek olması anizositoz (Yun. aniso, eşit olmayan +
kytos, hücre) olarak adlandırılır.
dir.
Alyuvarlar sert yapılı (rijid) olmadıklarından, kanın kıvamı normalde
düşüktür.
Alyuvarlar iç kısımlarında
çözünmüş durumda %33 hemoglobin içerir. Hemoglobin oksijen taşıyıcı bir
proteindir ve alyuvarların asidofilik özelliğinden sorumludur. Alyuvarlarda
ayrıca glukoz metabolizmasının glikoliz ve heksoz mo- nolosfat yolu için
gerekli enzimler ele bulunur.
Hemoglobin molekülündeki kalıtsal
değişiklikler bazı patolojik durumlara yol açar. Bu durumlara bir örnek olarak
orak hücreli anemi verilebilir. Bu kalıtsal bozukluğa hemoglobinin beta
zincirinin yapısından sorumlu genin DNA’sında bir nükleotid mu- tasyonu (nokta
mutasyonu) yol açar. Bu mutas- yon, glutamik asidi kodlayan GAA üçlüsünün yerini
valini kodlayan GUA üçlüsünün almasına neden olur. Sonuçta, sentezlenen
hemoglobinde normal hemoglobinden farktı olarak glutamik asit yerine valin
amino asidi yer alır. Ancak, bu tek bir amino asit değişikliği çok önemli
sonuçlara yol açar. Değişime uğramış bu hemoglobin (HbS olarak adlandırılır),
venöz kılcallarda olduğu gibi oksijensiz ortamda polimerleşerek, alyuvarların
bu hastalığa özgü orak hücresi biçimini almasına yol açan sert kümelenmeler
oluşturur (Şekil 12-4).
Orak biçimini alan alyuvarların
esnekliği azalmış ve kırılganlıkları artmış; yaşam süreleri de anemiye yol
açacak biçimde kısalmıştır. Orak biçimindeki alyuvarlar kanın kıvamını artırır
ve kan damarlarının duvarlarının zarar görmesine neden olabilir; sonuçta
pıhtılaşmalar ortaya çıkar. Kılcal kan damarlarında kan akışı yavaşlar, hatta
durur ve dokularda şiddetli oksijen yetersizliğine (anoksi) yol açar.
Alyuvarlar
oldukça esnektir ve hu özellikleri sayesinde kılcal kan damarlarının düzensiz
şekillerine ve küçük çaplarına uyum sağlayabilirler. İn vivo
incelemeler, normal erişkin hemoglobini (Hb A) içeren alyuvarların kılcal
damarların çatallarıma bölgelerinden geçerken kolaylıkla şekil değiştirerek,
çoğunlukla bir çanak biçimini aldıklarını göstermektedir.
Alyuvarların
en dışında bir plazma zarı (plazmalemma) bulunur. Kolaylıkla elde
edilebildiğinden, organizmanın diğer hücreleriyle karşılaştırıldığında, yapısı
en iyi bilinen zar budur. Yaklaşık %40 lipid (örn. fosfolipidler, kolesterol,
gli- kolipidler), %50 protein ve %1() karbonhidrat içerir.
Proteinlerin yaklaşık olarak yarısı ikili lipid katmanı içinde bulunur ve bütünleşik zar
proteinleri olarak adlandırılır (bkz. Bölüm 2). Bazı çevresel
proteinler de alyuvar zarının iç yüzü ile ilişkilidir. Bu proteinlerin
alyuvarın biçimini belirleyen bir zar iskeleti işlevi gördükleri
düşünülmektedir. Alyuvar zar proteinlerinden biri hücre iskeletinde yer alan
spektrindir ve hücre zarındaki çeşitli bileşenlerin hücre iskeletinde yer alan
diğer öğeler ile bağlantısını sağlar. Bu yapı alyuvar zarını güçlendiren bir ağ
oluşturur. Bu ağ, hücre zarının esnekliğini de sağlar ve bu esneklik,
alyuvarlar kılcal damarlardan geçerken şekillerinde oluşan büyük değişiklikler
için gerekli-
Şekil 12-4. HbS geni homozigot olan (orak
hücre hastalığı bulunan) bir bireyde oraklaşma gösteren bir alyuvarın tarama
elektron mikroskobu görüntüsü. X6500
Diğer bir alyuvar hastalığı olan kalıtımsal
sfe- rositoz kümeleşme
ve makrofajlarla parçalanmaya yatkın küre biçimli eritrositlerle özellik kazanmıştır.
Bunun sonucunda anemi ve başka hastalık belirtileri ortaya çıkar. Bazı
olgularda sferitoz, spektrin molekülündeki eksiklik ya da bozuklukla
ilişkilidir. Ameliyatla dalağın çıkarılması vücuttaki makrofajların büyük bir
bölümünü uzaklaştırdığından kalıtımsal sferoz belirtilerinde azalma oluşur.
Hemoglobin oksijen ile bağladığında oksihemoglobin, karbondioksit ile bağladığında karbaminohemoglobin oluşur. Bu bağlanmaların geri dönüşlü olması, hemoglobinin kan gazlarını taşıma yeteneğinin temelini oluşturur. Ancak, hemoglobinin karbonmonoksit ile bağlanması (kar- boksihemoglobin) geriye dönüşlü değildir ve oksijen taşıma kapasitesini azaltır.
Anemi, kandaki hemoglobin
konsantrasyonlarının normal değerlerin altına düştüğü patolojik bir durumdur.
Anemilerde çoğunlukla alyuvar sayısı azalmakla birlikte, alyuvar sayısının
normal olduğu ancak her alyuvarların içerdiği hemoglobin miktarının azaldığı
durumlar da (hipokrom anemi) görülebilir. Anemi, kan kaybı
(hemoraji), kemik iliğinde yetersiz alyuvar yapımı, genellikle demir atımındaki
eksikliğe bağlı olarak alyuvarların hemoglobin içeriğinin yetersiz olması ya
da kan hücrelerinin yıkımında artış gibi nedenlerle gelişebilir.
Kemik
iliğinde yapıldıktan kısa bir süre sonra kana verilen genç alyuvarlar
genellikle ribozomal RNA (r-RNA) kalıntıları içerirler. Kan, bazı supravital boyalarla
(örn. parlak kre- zil mavisi) boyandığında, bu kalıntılar çökelir ve
boyanırlar. Bu durumda, retikülosit adı
verilen genç alyuvarların sitop- lazmalannda az sayıda granül ya da ağsı bir
yapı görülebilir.
Retikülositler,
normal olarak dolaşımdaki toplam alyuvar sayısının yaklaşık %1’ini oluşturur.
Bu sayı, alyuvarların kemik iliği tarafından günlük yenilenme oranını
yansıtır. Reti- kıilositlerin sayısındaki bir artış, oksijen kapasitesinin
artışına gereksinim duyulduğunu gösterir. Bu durum, kanama ya da kısa bir süre
önce deniz düzeyinden yükseğe çıkılması gibi nedenlere bağlı olabilir.
Retikülositler
olgunlaşırken mitokondrilerini, ribozomla- rını ve pek çok sitopkızma enzimini
kaybederler. Alyuvarlar için gerekli olan enerjinin kaynağı anaerobik yolla
laktata dönüştürülen glukozdur. Alyuvarlarda çekirdek ya da protein sentezi
için gerekli diğer organeller bulunmadığı için hemoglobin sentezleyemezler.
İnsan
alyuvarları dolaşımdaki kanda yaklaşık olarak 120 gün
yaşar. Yaşlanan alyuvarlar, başlıca kemik iliği ve dalaktaki makrofajlar
tarafından ortadan kaldırılırlar. Yaşlanan alyuvarların zarlarındaki integral proteinlere
bağlı bozuk ve karmaşık yapılı oligosakkaritlerin görülmesi, bu alyuvarların
ortadan kaldırılması için bir sinyal işlevi görmektedir.
Bazen, özellikle hastalık
durumlarında, alyuvarlarda, gelişimlerinin son evrelerinde çekirdek atılırken,
DNA içeren çekirdek parçacıkları alyuvar içinde kalır (Bölüm 13).
Akyuvarlar
(lökositler) dokulara göç ederek çok yönlü işlevlerini yerine getirirler ve
çoğu apopto- zis ile ölür. Sitoplazmalarında granüllerin tipine ve
çekirdeklerinin şekline göre akyuvarlar iki gruba ayrılır: granülositler (çok
çekirdekli akyuvarlar) ve agra- nülositler (tek
çekirdekli akyuvarlar). Kan dolaşımında iken granülositler de agranülositler de
küre biçimindedir (Şekil 12-5), ancak bazıları kan damarlarını terk edip dokulara
geçtiklerinde amipsi bir şekil alır. Hücrelerin aşağıda belirtilen boyutları
kan yaymalarına göre saptanan boyutlardır ve yaymalarda hücreler
yayıldıklarından, kanda olduğundan daha büyük görünmektedir.
Granülositler (Lat.
granulum, granül + Yun. kytos, hücre)
iki tür granül içerirler. Kullanılan boyanın nötral ya da asidik bileşenlerini
bağlayan ve özel işlevleri olan grandilere özgül granüller adı
verilir. Bazik boyalar ile mor renkte boyanan granüller ise azurofilik
granüllerdir ve bu granüller lizozomlara karşılık gelmektedir. Özgül ve
azurofilik granüller Tablo 12-2’de sıralanan enzimleri içerir. Granülositler
iki ya da daha fazla loblu bir çekirdek içerirler ve nötrofil- ler,
eozinofiller ve bazofiller olmak
üzere üçe ayrılırlar (Şekil 12-5). Tüm granülositler yaşam süresi birkaç gün
olan ve bölünmeyen terminal hücrelerdir; bağ dokusunda apop- tozis
(programlanmış hücre ölümü) ile ölürler. Erişkin bir insanda her gün
milyarlarca nötrofilin apoptozis ile öldüğü tahmin edilmektedir. Ortaya çıkan
hücre kalıntıları makrofajlar tarafından ortadan kaldırılır ve bir inflamatuar
yanıta yol açmaz. Bölünmeyen hücreler olarak granülositler fazla protein
sentezlemezler. Bu hücrelerde Golgi kompleksi ve gra- nüllü endoplazma
retikulumu gelişkin değildir. Az sayıda mitokondri içerirler (düşük enerjili
metabolizma) ve metabolizmaları daha cok glikolize dayanır. Bu nedenle,
glikojen içerirler ve inflamasyonlıı alanlar gibi oksijenin az olduğu
bölgelerde işlev görebilirler.
Agranülosiüerde özgül
granüller yoktur, ancak azur boyalar ile boyanan azurofilik granüller
(lizozomlar) içerirler. Çekirdekleri yuvarlak ya da çentikli ve tek lobludur. Lenfo- sider ve monosider bu
hücre grubunda yer alır (Şekil 12-5).
Akyuvraların
sayısal oranları Tablo 12-3’te yer almaktadır.
Akyuvarlar
vücudun yabancı maddelere karşı hücresel ve hümoral savunmasından sorumludur.
Dolaşımdaki kanda küre biçiminde ve hareketsiz hücrelerdir, ancak yabancı bir
nesne İle karşılaştıklarında şekil değiştirerek yassılaşabilir ve
hareketlenebilirler. Akyuvarlar endotel hücrelerinin bağlantı yerlerinden
geçerek venülleri ve kılcal damarları terk ederler ve diapedez (Yun. clicı,
içinden + pedesis, atlamak, geçmek) yoluyla
bağ dokusuna geçerler. Bu süreç, graniilositle- rin ve monositlerin kandan
dokulara tek yönlü akışını içerir. (Lenfositler tekrar dolaşıma dönebilir.)
Mikroorganizmalarla enfekte olanlarda diapedez artar. İnflamasyonlu bölgelerde,
esas olarak hücresel ve mikroorganizma kökenli kimyasal maddeler salınır ve bu
maddeler diapedezi artırır. Kimyasal mediatörler aracılığıyla özgül hücrelerin
bölgeye çekilmesi kemotaksis olarak
adlandırılır. Bu olay, inflamasyon durumunda akyuvarların hızla koruyucu
özelliklerine gereksinim duyulan yerlerde toplanmasını sağlar.
Eozinofi! Asit fosfataz
Arilsülfataz Beta-Glukuronidaz Katepsin Fosfolipaz RNaz
Eozinofilik
peroksidaz Majör bazik protein
Bazofil
Eozinofilik kemotaktik faktör Heparin Histamin
Peroksidaz
Dişilerde,
inaktif X kromozomu çekirdeğin loblarından birine bağlı olarak davul tokmağı
biçiminde görülür (Şekil
12-
5). Bununla birlikte, bu özellik bir yaymadaki tiim nütro-
fillerde belirgin değildir. Nötrofillerin sitoplazmasında iki tür graniil
bulunur. Bunlardan daha çok sayıda olanı özgül gra-
nüllerdir. Bu granüller küçük, ışık mikroskobunun çözünürlüğü
sınırlarına yakın boyutlardadır (Şekil 12-6).
Nötrofiilerde
bulunan diğer graniil tiirii ise 0.5 pm çapındaki lizozomların oluşturduğu
azurofılik granüllerdir. Bu graniilleri lizozomlar oluşturur. Nötrofillerin
sitoplazmasında glikojen de bulunur.
Glikojen
glukoza parçalanır ve glukozun glikoliz yoluyla yükseltgenmesiyle
(oksidasyonuyla) enerji sağlanır. Bu hücrelerde mitokondrilerin sayısının
azlığı göz önünde bulundurulduğunda, beklenebileceği gibi sitrik asit döngüsü
daha az önem taşır. Nötrofillerin anaerobik ortamlarda yaşamlarını sürdürebilmeleri,
bu hücrelere büyiik avantaj sağlar. Çiinkii inflamasyonlu (İltihaplı) ve
nekrotik dokularda olduğu gibi oksijenin yetersiz olduğu bölgelerde bakterileri
öldürebilir ve artıkların ortadan kaldırılmasını sağlayabilirler.
Nötrofillerin
yaşam süreleri oldukça kısadır; kan dolaşımındaki yarı ömürleri 6-7 saattir,
apoptozis ile yaşamlarının sonladığı bağ dokusunda ise 1-4 gün süreyle
yaşamlarını sürdürürler. Nötrofiller bakterileri ve küçük partikülleri
fagosite ederler. Nötrofiller kan dolaşımında iken inaktif ve kiire biçimindedir,
ancak ekstraseliiler matriksteki kolajen gibi solid birsubstrata
yapıştıklarında aktif amipsi hareketler sergilerler.
Kandaki akyuvraların sayısı
yaşa, cinsiyete ve fizyolojik koşullara göre değişir. Normal erişkin bir
insanın kanında mikro- litrede yaklaşık 6 000-
10 000 akyuvar bulunur (Tablo 12-3).
Nötrofiller
dolaşımdaki kanda bulunan akyuvarların %60- 70’ini oluştururlar. Çapları 12-15
pm (kan yaymalarında) olup, ince kromatin iplikleri ile bağlanan 2-5 loblu
(genellikle 3 loblu) bir çekirdek içerirler (Şekil 12-5, 12-6 ve 12-7).
*
Kan dolaşımına yeni katılan
olgunlaşmamış nöt- rofillerln çekirdeği loblanma göstermez ve at nalı
biçimindedir (band formu). Kanda band formundaki nötrofillerin sayısının
artması, muhtemelen bir bakteriyel enfeksiyona karşı nötrofil üretiminde artış
olduğunu gösterir.
Çekirdekleri beşten fazla loblanma
gösteren nötrofillere fazla parçalı nötrofiller denir ve bunlar genellikle yaşlı
nötofillerdir. Normal koşullarda nötrofillerin olgunlaşması ile
çekirdeklerinin loblanması arasında bir koşutluk bulunmakla birlikte, bazı
patolojik durumlarda 5 ya da daha fazla sayıda loblu çekirdek içeren genç
nötrofiller görülmektedir.
tivitesinin en üst düzeyde
gerçekleştirilmesi için uygundur. Daha sonra, azurofilik granüller enzimlerini
asit ortama boşaltırlar ve mikroorganizmalar öldürülerek sindirilir.
Fagositoz sırasında oksijen
kullanımındaki artış süperoksit anyonları (02~) ve hidrojen
peroksit (H20z) oluşumuna neden olur. Süperoksit kısa ömürlü bir serbest
radikaldir ve 02 molekülünün bir elektron alması sonucu ortaya
çıkar. Nötrofiller tarafından fagosite edilen mikroorganizmaları öldüren son
derece reaktif bir radikaldir. Miyelope- roksidaz ve halid iyonları ile
birlikte güçlü bir öldürücü sistem oluşturur. Diğer kuvvetli oksitleyici
maddeler (örneğin hipokrit) proteinleri inaktifleşti- rebilir. Lizozim bazı
gram pozitif bakterilerin hücre duvarını yapan peptidoglikan bağlarından birini
kopararak ölmelerine neden olur. Laktoferrin seçici olarak demiri bağlar,
çünkü demir bakterilerin beslenmesinde çok önemli bir elementtir ve bu
elementin yokluğu bakterilerin ölmesine yol açabilir. Fagositik vakuollerdeki
asit ortamda belirli bazı bakterilerin ölmesine neden olabilir. Bu mekanizmalar
bir arada mikroorganizmaların çoğunun ölmesini sağlayacakatır. Ölü
mikroorganizmalar daha sonra lizozom enzimleri tarafından sindirilir. Ölmüş
nötrofiller, bakteriler ve yarı sindirilmiş yapılar ve doku sıvısı kıvamlı,
çoğunlukla sarı renkli bir sıvının oluşmasına neden olur. Biriken bu sıvı
cerahat ya da irin (pü) olarak adlandırılır.
Nötrofillerde bazı kalıtsal işlev
bozuklukları tanımlanmıştır. Bunlardan birinde aktin normal bir şekilde
polimerize olmaz ve nötrofiller atıl kalır. Bir başka bozuklukta süperoksit,
hidrojen peroksit ve hipoklorit üretimi yapılamaz ve mikrobi-
yal öldürücü güç zayıflar. Bu bozukluk NADPH oksidaz
eksikliğinden kaynaklanır ve oksijen kullanımında yetersizliğe yol açar. Bu
işlev bozuklukları bulunan çocuklarda ciddi bakteriyel enfeksiyonlara
yatkınlık görülür. Nötrofil ve makrofaj işlev bozuklukları aynı anda
görüldüğünde daha ciddi enfeksiyonlar ortaya çıkar.
Eozinofillerin
sayısı nötrofillere oranla çok daha azdır ve normal kandaki akyuvarların
sadece %2-4’ünii oluştururlar. Kan yaymalarında bu hücre nötrofillerle yaklaşık
aynı boyutlardadır ve tipik iki loblu bir çekirdek içerirler (Şekil 12-8 ve
12-9). Başlıca ayırt edici özellikleri, eozin ile boyanan ve çok sayıda (yaklaşık
200) büyük ve uzun refraktif granüller içermeleridir.
Granüllerin uzunluğu 0.5-1.5 pm, genişliği de 0.3-1 pm’dir.
Eozinofilik granüller,
granülün uzun eksenine paralel olarak yerleşmiş bir kristalimsi özdelc (internum) içerir
(Şekil 12-10). Çok sayıda arginin kalıntısı içeren bir protein olan majör bazik
protein içerir. Bu protein, total graniil proteininin %50’sini
oluşturur ve granülün eozinofilik boyanmasından sorumludur. Majör bazik
proteinin Schistosomlar gibi parazitik solucanların öldürülmesinde işlev
gördüğü düşünülmektedir. İnternumu çevreleyen daha az yoğun kısım ise eksternum veya matriks olarak
adlandırılır.
Şekil 12-7. Peroksidaz boyası ile boyanmış
bir insan nöt- rofilinin elektron mikroskop fotoğrafı. Sitoplazma küçük, soluk
ve peroksidaz negatif özgül granüller ile daha büyük, yoğun ve peroksidaz pozitif
azurofilik granüller içermektedir. Çekirdek loblu, Gol- gi kompleksi küçüktür.
Bu hücre, farklılaşmasının terminal evresinde olduğundan granüllü endoplazma
retikulu- mu ve mitokondriler çok sayıda değildir. x27 000. (Bainton DF: Selective abnormalities of azurophil and specific
granules of human neutrophilic leukocytes. Fed Proc 1981;40:1443’den izinle
alınmıştır.}
lar ile ilişkilidir. Eozinofiller dokularda bronşlar,
sindirim sistemi, uterus ve vajina gibi organların epitelleri altındaki bağ
dokusunda bulunurlar ve parazitik solucanların çevresini kuşatırlar. Bunun
yanı sıra eozinofiller, diğer hücreler tarafından salgılanan lökotrienler ve
histamini etkisiz bırakarak yangıyı kontrol eden maddeler salgılarlar.
Böbreküstü bezinin (adrenal bez)
kodeksinden salgılanan kortikosteroidler, büyük olasılıkla bu hücrelerin kemik
iliğinden kana verilmesini engelleyerek, dolaşımdaki kanda eozinofil sayısının
ani bir şekilde düşmesine yol açar.
Bazofiller kandaki akyuvarların %1’inden daha azını oluştururlar
ve bu nedenle normal kan yaymalarında bulunmaları oldukça güçtür. Çaplan
yaklaşık olarak 12-15 pm’dir. Çekir- Şekil 12-8. Bir
eozinofilin ışık mikroskop fotoğrafı. Tipik iki
dekleri düzensiz loblara bölünmüştür ve genellikle, bazofi- loblu
çekirdeğe ve kaba sitoplazmik granüllere dikkat edi-
lik
boyanan granüller nedeniyle bunun seçilmesi güçtür. niz. Giemsa
boyama. Büyük büyütme.
Şekil 12-9. İki loblu çekirdeği ve kaba
sitoplazmik granülleri ile bir eozinofil. Giemsa boyama. Büyük büyütme.
Şekil 12-10. Bir eozinofilin elektron mikroskop
fotoğrafı. Tipik eozinofilik granüller açıkça görülmektedir. Her granül- de
elektron yoğun kristalimsi bir özdek bulunmaktadır. Bu özdek bir birim zarla
sarılı bir matriksle çevrelenmiş şekilde görülmektedir. EG, eozinofil granülü;
N, çekirdek; M, mito- kondri. x 20 000.
Şekil 12-11. İki akyuvar ve birkaç alyuvar.
Sağdaki hücre bir bazofil, soldaki hücre ise bir nötrofildir. Bazofilde çekirdeğin
üzerinde pek çok sitop- lazmik granül bulunmaktadır. Giemsa boyama. Büyük büyütme.
Bazofilik
özgül granüller (çapları 0.5 pm) kan yaymalarını boyamakta kullanılan olağan
boyaların içerdiği bazik boyalar ile metakromatik boyanma gösterirler
(kullanılan boyanın rengini değiştirirler) (Şekil 12-11 ve 12-12). Bu,
grandilerin içerdiği heparinden kaynaklanır. Bazofillerin özgül granülleri
diğer granülositlere göre hem daha az sayıdadır hem de çap ve şekil olarak daha
fazla düzensizdir (Şekil 12- 13). Bazofilik granüller histamin ve heparin
içerir. Bazofiller aşırı duyarlılık reaksiyonlarında bağ dokusuna göç ederek
(özel koşullarda) mast hücrelerinin işlevlerine katkıda bulunabilir.
Bazofillerin
granülleri ile mast hücrelerinin granülleri arasında bazı benzerlikler vardır.
Her iki granül türü de bazik boyalar ile metakromatik olarak boyanırlar ve her
ikisi
Şekil 12-12. Hücre çekirdeğini örten çok sayıda
granülle birlikte bir bazofil. Bu, çekirdeğin açıkça görülmesini zorlaştırmaktadır.
Yayma preparatının hazırlanması sırasında bazı alyuvarlar deforme olmuştur.
Giemsa boyama. Büyük büyütme.
de histamin ve heparin
içerir. Bazofiller de mast hücreleri gibi belirli antijenlere karşı yanıt
olarak grandilerini dış ortama salarlar (bkz. Bölüm 5). İki hücre arasındaki
bu benzerliklere rağmen bazofiller ile mast hücreleri aynı hücreler değildir;
aynı tür canlıda bile yapıları farklıdır ve kemik iliğinde farklı kök
hücrelerden gelişirler.
Kutanöz bazofil aşınduyarlılığı olarak adlandırılan deri
hastalağında, inflamasyon bölgesinde görülen başlıca hücre tipi bazofillerdir.
Lenfositler
benzer morfolojik özellikler gösteren küre biçimindeki hücrelerin oluşturduğu
bir gruptur. Bu hücreler belirleyici yüzey moleküllerine göre birkaç gruba
ayrılırlar. Bu yüzey molekülleri (belirteçler) immiinositokimyasal yöntemler
ile ayırt edilebilirler. Lenfositler, ayrıca, tümü de istilacı
mikroorganizmalara, yabancı makromoleküllere ve kanser hücrelerine karşı
savunmada gerekli olan bağışıklık reaksiyonları ile ilişki çeşitli işlevlere
sahiptir (bkz. Bölüm 14).
Çapları 6-8 pm arasında olan
lenfositler küçük lenfositler olarak adlandırılır. Kan
dolaşımında az sayıda orta boy lenfosit ile
çapları 18 pm’ye ulaşabilen büyük lenfositler de
bulunmaktadır (Şekil 12-14). Lenfositlerin boyutlarındaki bu farklılığın
işlevsel bir önemi bulunmaktadır ve büyük lenfositlerin özgül antijenler ile
uyarıldığı düşünülmektedir. Kan dolaşımında baskın olarak bulunan küçük
lenfositlerin (Şekil 12-15) çekirdekleri yuvarlaktır ve bazen çentikli olabilir.
Çekirdek kaba yığınlar olarak görünen yoğun kromatin içerir ve bu nedenle
olağan yaymalarda oldukça koyu boyanır. Çekirdeğin bu özelliği lenfositlerin
tanınmasına yardımcı olur. Kan yaymalarında lenfositlerin nükleolusu izlene
mez, ancak özel boyama yöntemleri ve elektron mikrosko- pu ile görülebilir.
mez, ancak özel boyama yöntemleri ve elektron mikrosko- pu ile görülebilir.
Küçük
lenfositlerin sitoplazması çok azdır ve yayma pre- paratlarında çekirdeği
çevreleyen ince bir kenar halinde görülür. Hafif bazofiliktir ve boyanmış
yaymalarda açık mavi renk alır. Birkaç azurofilik granül içerebilir. Küçük
lenfositlerin sitopkızmasında az sayıda mitokondrİ ve küçük bir Golgi
kompleksi bulunur, çok sayıda serbest ribozom içerir (Şekil 12-16).
Lenfositlerin
yaşam süreleri farklılık gösterir. Bazı lenfositler sadece birkaç gün,
bazıları da kan dolaşımında birkaç yıl yaşar. Lenfositler diapedez sonrasında
dokulardan kan dolaşımına dönen tek akyuvar türüdür. Farklı lenfosit türleri
ve bağışık yanıtındaki ayrı ayrı rolleri Bölüm 14’te yer almaktadır.
Monositler
çapları 12 pm’clen 20 pnı’ye kadar değişen, kemik iliği kökenli
agranülositlerdir. Monositlerin çekirdekleri oval, at nalı ya da böbrek
biçimindedir ve genellikle bir kenara yakındır (Şekil 12-17). Çekirdeğin
kromatin içeriği diğer akyuvarlara göre daha az yoğunluktadır. Bu kromatin
yapısı nedeniyle monositlerin çekirdekleri büyük lenfositlerin çekirdeklerine
göre daha soluk boyanır.
Monositlerin
sitoplazması bazofiliktir ve çoğunlukla çok küçük azurofilik granüller
(lizozomlar) içerir. Bu granüllerin bazıları ışık mikroskopunun çözünürlük
sınırlarmdadır. Granüller bütün sitoplazmaya dağılmıştır ve boyanmış yaymalarda
sitoplazmanın mavimsi gri bir renk almasına neden olur. Elektron mikroskobunda
çekirdek içinde bir ya da iki niikleolus görülebilir. Sitoplazmada az miktarda
granüllii en- doplazma retikulumu, poliribozomlar ve çok sayıda mitokondrİ
bulunur. Lizozomal granül sentezinden sorumlu Golgi kompleksi de sitoplazmada
izlenebilir. Hücre yüzeyinde çok sayıda mikrovillüs ve pinositik vezİkCil
bulunur (Şekil
12-18).
Şekil 12-15. Yuvarlak, koyu boyanan
çekirdekleriyle iki küçük lenfosit. Giemsa boyama. Büyük büyütme.
Şekil 12-16. İnsan kanındaki bir lenfositin
elektron mikroskop fotoğrafı. Bu hücrede az sayıda granül- lü endoplazma
retikulumu ve bir miktar serbest poliri- bozom bulunmaktadır. Çekirdek (N),
nükleolus (Nu) ve mitokondriler (M) görülmektedir. x 22 000 (küçültülmüştür).
Şekil 12-17. Bir monositin ışık mikroskop
fotoğrafı. Bu hücre türünde soluk boyanan kromatin içeren böbrek biçiminde bir
çekirdek bulunmaktadır. Sitoplazması hafif ba- zofiliktir. Giemsa boyama. Büyük
büyütme.
Şekil 12-18. Bir insan mono- sitinin elektron
mikroskop fotoğrafı. Golgi kompleksi (G), mitokondriler (M) ve azurofilik
granül (A) izlenmektedir. Gra- nüllü endoplazma retikulumu iyi gelişmemiştir.
Bazı serbest ribozomlar (R) vardır. x 22 000 (DB Bainton ve MG Far- guhat’ın
izniyle.)
Kan
pulcukları (tromfoositler) 2-4 pm çapında, çekirdek
içermeyen, disk biçiminde hücre parçacıklarıdır. Kan pul- cukları, kemik
iliğindeki polipoid dev hücreler olan mega- karyositlerden köken
alırlar. Kanın pıhtılaşmasını sağlar ve kan damarlarındaki çatlakların
onarılmasına yardımcı olarak kan kaybına engel olurlar. Normal kan pulcuğu
sayısı bir mikrolitre kanda 200 000-400 000 arasındadır. Kan pulcukla- rımn
yaşam süresi yaklaşık 10 gündür.
Boyanmış
kan yaymalarında genellikle kümelenmiş olarak görülürler. Kan pulcukları,
perilerde soluk mavi renkle boyanan ve hiyalomer adı
verilen şeffaf bir bölge ile gra- nülomer adı
verilen mor renkli granülleri içeren bir merkezi bölgeden oluşur.
Kan
pulcukları, plazma zarının invajinasyonlarıykı (sitop- lazma içine doğru uzanan
parmak biçiminde girintiler) bağlantılı açık kanaliküler
sistem olarak adlandırılan bir kanal sistemi içerir (Şekil 12-19).
Bu sistem büyük olasılıkla, kan pulcuklarında depolanan aktif moleküllerin
serbest bırakılmasını kolaylaştırma işlevi görmektedir. Kan pulcuklarının
peri- ferik kısmında mikrotübüllerin kenar demeti bulunur;
bu demet kan pulcuklarının ovoid biçimlerini korumalarını sağlar. Hiyalomer
bölgesinde de yoğun tübüler sistem adı verilen elektron yoğun
düzensiz tüplerin oluşturduğu bir sistem bulunur. Hiyalomer bölgesindeki aklin
ve miyozin molekülleri, kan pulcuklarının hareket etmesi ve birbirlerine
yapışmasında (irombosit agregasyonu) işlev gören bir kontrakiil sistem
oluşturmak üzere bir araya gelebilir. Kan pulcuğu zarının dış yüzünde
glikozaminoglikan ve glikoproteinlerden zengin, 15-20 nm kalınlığında bir hücre
örtüsü bulunur. Bu örtü kan pulcuklarının yapışmasından (adezyon) sorumludur.
Merkezi
graniilomer bölgesinde zara bağlı çeşitli granüller, az sayıda mitokondri ve
glikojen partikülleri bulunur (Şekil 12-19). Yoğun cisimler
(delta granülleri) 250-300 nm çapındadır ve kalsiyum iyonları, pirofosfat, ADP
ve ATP içerir. Bu granüller, ayrıca, plazmadan serotonini (5-hidrok-
sitripiamin) alarak depolarlar. Alfa granülleri biraz
daha büyüktür (300-500 nm çapında) ve fibrinojen,
kan pulcuğu kökenli büyüme faktörü ve kan pulcuklarına özgü başka bazı
proteinleri içerirler. Çaplan 175-250 nm arasında olan küçük vezikiillerin
yalnızca lizozomal enzimleri içerdiği göste- rilmişiir ve bunlar lambda granülleri olarak
adlandırılır. İşık mikroskopıı ile granülomerde gözlenen azurofilik gra-
niillerin çoğu alfa graniillerdir.
Kan PULCUKLARININ İŞLEVLERİ
Kan
pulcuklarının kanamayı durdurukımasında oynadıkları rol aşağıdaki gibi
özetlenebilir.
Birincil kümelenme—Kan
damarlarındaki hasar sonucu endotel hücrelerinin devamlılığının bozulmasının
ardından açığa çıkan kolajen üzerinde, kan pulcuğu zarındaki kolajen bağlayıcı
protein aracılığıyla kan pulcukları kümelenir. Böylelikle, kanamanın
durdurulmasında ilk adım olarak bir kan pulcuğu tıkacı oluşur.
İkincil kümelenme—Oluşan
trombotik tıkaç içindeki kan pulcukları ortama bir yapışıcı glikoprotein ve ADP
salarlar. Her iki madde de kan pulcuğu kümelenmesi için güçlü bir uyarandır ve
kan pulcuğu tıkacının büyümesini sağlar.
Kan pıhtdaşması—Kan
pulcuklarının kümelenmesi sırasında kan plazmasından, hasarlı damar duvarından
ve kan pulcuklarından kaynaklanan etmenler, yaklaşık 13
plazma proteininin ardışık olarak birbirini aktifleşdrmesini sağlar. Bu
zincirleme tepkiler sonucu, içine alyuvarlar, akyuvarlar ve kan pulcuklarının
hapsolduğu Ciç boyutlu bir lif ağı oluşturan bir polimer olan fibrin oluşur.
Oluşan bu yapıya kan pıhtısı ya da trombüs adı
verilir.
Pıhtının çekilmesi—Başlangıçta
damar lümeni içine doğru çıkıntı yapan pıhtı, kan pulcuklarmda bulun aletin,
miyozin ve ATP’nİn etkileşmesiyle büzüşür.
Pıhtının atılması—Pıhtı
ile korunan damar duvarı yeni doku oluşmasıyla onarılır. Pıhtı daha sonra,
başlıca, proteolitik bir enzim olan plazmin aracılığıyla
ortadan kaldırılır. Plaz- min, plazmada bulunan proenzim plazminojenin endotel tarafından
üretilen plazrninojen aktivatörlerinin eyleme geçirilmesi ile
oluşur. Kan pulcuklarının lanıbda granüllerinden açığa çıkan enzimler de
pıhtının eritilmesine katkıda bulunur.
3 i
I
I
I
Hemofili A ve B klinik olarak aynı olmakla birlikte, iki
hastalıkta eksik olan etmen farklıdır. Her iki durum da cinsiyet kromozomuyla
aktarılan çekinik kalıtsal bozukluklar sonucu görülür. Hemofili bulunan
hastalarda kan pıhtılaşması normal değildir; pıhtılaşma zamanı uzamıştır. Bu
hastalığı taşıyan kişilerde deride oluşan kesikler gibi hafif yaralanmalardan
sonra bile şiddetli kanamalar görülür ve daha ciddi yaralanmalarda oluşan kanamalar
ölüme yol açabilir. Hemofili A bulunan hastalarda, plazmada bulunan ve fibrin
oluşumunda rol oynayan plazma proteinlerinden biri olan pıhtılaşma faktörü VII
eksiktir ya da yapımında bozukluk vardır. Hemofili B’de ise faktör IX'da
bozukluk vardır. Şiddetli vakalarda kan hiç pıhtılaşmaz. Büyük eklemler ve
üriner sistem gibi vücut boşluklarına spontan kanamalar olur. Genel olarak
hemofili A yalnızca erkekleri etkiler, çünkü faktör VII'i etkileyen çekinik gen
X kromozomunda yer alır. Kadınlarda bozuk geni taşıyan bir X kromozomu
bulunabilir, ancak diğer X kromozomu çoğunlukla normaldir. Kadınlarda, yalnızca
her iki X kromozomunda anormal gen bulunduğunda hemofili gelişir ki, bu
oldukça ender rastlanan bir durumdur. Bununla birlikte, bozuk geni taşıyan X
kromozomu bulunan kadınlar, hastalığı erkek çocuklarına aktarabilirler.
Bainton DF: Sequential
degranulacion of the 2 types of polymorphonuclear leukocyte granules during
phagocytosis of microorganisms. J Cell Biol 1973:58:249.
Collins T: Adhesion
molecules in leukocyte emigration. Sci & Med 1995;2:28.
Comenzo, RL, Berkman
EM: Hematopoietic stem and progenitor cells from blood. Transfusion
1995:35:335.
Gompem S, Stocldey RA:
Inflammation—role of the neutrophil and the eosinophil. Semin Respir Infect
2000:15:14.
Sampson AP: The role of
eosinophils and neutrophils in inflammation. Clin Exp Allergy 200Q;30(suppl
1):22.
Williams WJ et ah Hematology, 5th ed. McGraw-Hill, 1995.
Zucker-Franklin D et ah
Atlas of Blood Cells: Function and
Pathology. Vols I and 2. Lea 81 Febiger, 1981.
Yorumlar
Yorum Gönder