Sitoplazma
Sıvı-faz pinositozda, hücre zarında küçük bir icekıvrım oluşur
ve bu içekıvrılma hücre dışı sıvıyı ve içindeki eriyikleri içine alır. Pinositotik
veziküller (yaklaşık
80 nm çapında), hücre yüzeyinden koparak ayrılırlar (Şekil 4-24) ve genellikle
lizozomlarla birleşirler (bu bölümün daha sonraki lizo- zomlar alt bölümüne
bakınız). Bununla beraber, kapillerleri döşeyen hücrelerde (endotel hücreleri)
pinositotik veziküller, oluştukları yüzeyden ayrıldıktan sonra, karşı yüzeye
doğu hareket edebilirler. Burada plazma membranıyla birleşir ve içeriklerini
hücre yüzeyine salarlar; böylece, maddelerin kütle halinde hücre boyunca
taşınması sağlanmış olur (Şekil 11-4).
Hücreler tüm canlı organizmaların
yapısal birimleridir. Temelde iki farklı tip hücre vardır; ancak, bunlar
arasındaki birçok biyokimyasal benzerlik, kimi araştırmacıları, bir grubun
diğer gruptan geliştiği yargısına yöneltmiştir.
Prokaryotik hücre (Yun. pro, önce + katyon, çekirdek) yalnızca bakterilerde
bulunur. Bu hücreler küçüktür (1-5 pm uzunluğunda), tipik olarak plazmalemmanın
dışında bir hücre duvarı bulunur ve genetik materyali (DNA) hücrenin diğer
elemanlardan ayıran bir çekirdek zarları yoktur. Bundan başka, prokaryotların
DNA’larına bağlı histonları (spesifik bazik proteinler) da bulunmaz ve
genellikle membranlı organellere de sahip değillerdir.
Bunun aksine, ökaryotik (Yun. eti, iyi, gerçek + karyon, çekirdek)
hücreler daha büyüktür ve bir zar ile çevrilmiş ayrı bir çekirdeğe sahiptir
(Şekil 2-1). Histonlar genetik materyale bağlıdır ve sitoplazmada membranla
çevrelenmiş çok sayıda organel bulunur. Bu kitapla, hemen hemen tümüyle
ökaryotik hücreler anlatılmaktadır.
HÜCRESEL
FARKLILAŞMA
İnsan organizması yaklaşık 200 farklı
hücre tipinden oluşmuştur. Bu hücrelerin tümü, zigot denilen ve oosit ile spermin döllenmesiyle oluşmuş tek bir hücreden türemiştir. Zigotun ilk hücre bölünmesi
sonucunda, bir erişkinin tümünü yapabilmeyeteneğinde olan ve blastomer denilen hücreler oluşur. Hücre
farklılanması denilen
bu işlem sırasında, hücre özgül proteinler sentezler, şeklini değiştirir ve
belli işlevlerde oldukça etkili olmaya başlar. Örneğin; kas hücresi öncüleri,
uzayarak miyofibril proteinlerini (aktin, miyozin) sentezleyen ve biriktiren iğ
biçiminde bir hücre şeklini alırlar. Bu değişimin sonucunda ortaya çıkan
hücre, kimyasal enerjiyi kasılma gücüne etkili bir şekilde dönüştürür. Vücutta, temel hücresel
işlevleri gerçekleştiren özelleşmiş hücreler Tablo 2-1’de gösterilmiştir
Vücut, çevresel değişikliklere (ör; normal ve patolojik
koşullar) ayak uydurma konusunda oldukça deneyimli olduğu için; aynı hücre
tipi, farklı bölgelerde ve farklı durumlarda, farklı özellik ve davranışlar
gösterebilir. Böylece, makrofaj- lar ve nötrofiller (her ikisi de fagositik
savunma hücreleridir), oksijensiz ve iltihaplı alanlarda oksidatif metabolizmadan
glikolize kadar farklı işlevleri gerçekleştirebilirler. Yapısal olarak benzer
görünen hücreler, işaret molekülleri (hormonlar ve hücre dışı matriks
makromolekıilleri gibi) için farklı reseptörlere sahip olduklarından, farklı
reaksiyonlar verebilirler. Ya da; kimi hücreler (meme fibroblastları ve ute-
rus düz kas hücreleri gibi) farklı hücreler oldukları halde, sahip oldukları
reseptörler nedeniyle dişi seks hormonlarına karşı aynı duyarlılığı
gösterirler.
Hücre, iki temel bölümden oluşmuştur: sitoplazma (Yun. kytos, hücre + plasnıa, şekillenmiş şey) ve çekirdek (Lat. nux, fındık). Sitoplazma bileşenleri,
hematoksilen ve eozin boyasıyla hazırlanmış preparatlarda; genellikle, belirgin
olarak ayırd edilemezler. Buna karşın, çekirdek yoğun olarak koyu mavi ya da
siyah boyanmış olarak gözükür.
SİTOPLAZMA
Sitoplazmayı hücre dışındaki çevreden ayıran hücrenin en dış bileşeni plazma membranı (plazmalemma)’clır. Plazma membranı (zarı) hücreyi dıştan sınırlamış olsa bile, hücrenin içi ile dışardaki
ınakromoleküller arasında bir geçişim vardır. Plazma membranı, integrinler denilen proteinler içerir.
İntegrinler, sitoplazmik iskelet flamentlerine ve hücre dışı moleküllere
bağlıdır. Bu bağlantılar yoluyla, sitoplazma ile hücre dışı matriks arasında,
her iki yönde, sürekli bir alışveriş sağlanır. Sitoplazmanın kendisi bir sitozol ya da mat- riksten oluşmuştur.
Sitozola gömülü durumda; organeller, hücre iskeleti (sitoskeleton) ile karbonhidrat, lipit ve pigment kalıntıları bulunur.
Tablo 2-1. Bazı özelleşmiş hücrelerdeki hücresel işlevler
İşlev
|
Özelleşmiş
Hücre(ler)
|
Hareket
|
Kas hücresi
|
Enzimlerin sentezi ve
|
Pankreas asinüs hücreleri
|
salgılanması
|
|
Müköz maddelerin sentezi
|
Müköz bez hücreleri
|
ve salgılanması
|
|
Steroidlerin sentezi ve
|
Adrenal bez, testis ve
|
salgılanması
|
ovaryumun kimi hücreleri
|
İyon taşınması
|
Böbrek ve tükürük bezi
|
kanallarının hücreleri
|
|
Hücre içi sindirim
|
Makrofajlar ve kimi
|
akyuvarlar
|
|
Fiziksel ve kimyasal
|
Duysal hücreler
|
uyarıların sinirsel
|
|
uyarılara dönüşümü
|
|
Metabolit emilimi
|
Bağırsak hücreleri
|
Ökaryotik hücrelerin sitoplazması,
zarlar tarafından birbirinden kesin bir şekilde ayrılmış, iyon ve moleküllerin
hücre içi trafiğini düzenleyen, çok sayıda bölmelere ayrılır. Bu bölmeler,
enzimleri ve ilgili maddeleri yoğunlaştırarak, hücrenin etkinliğini artırırlar.
Tüm ökaryotik hücreler,
fosfolipitler, kolesterol, proteinler ve oligosakkarit zincirlerinden
(fosfolipit ve protein moleküllerine kovalent bağlarla bağlı) oluşmuş
sınırlayıcı zarlarla çevrilmiştir. Hücre ya da plazma zarı, belli maddelerin
hücre içine ve dışına geçişini düzenleyen seçici bir engel olarak işlev görür
ve özgül moleküllerin taşınmasını kolaylaştırır. Hücre membranının önemli bir
rolü de, hücre dışındaki sıvıdan farklı olan hücre İçi ortamı sabit tutmaktır.
Zarlar aynı zamanda, çok sayıda özgün tanıma ve düzenleme işlevini de (daha
sonra tartışılacaktır) yürüterek, hücrenin çevresiyle ilişkisi yönünden önemli
bir rol üstlenirler.
Zarların kalınlığı 7.5-10 nm arasında
değişir ve bu nedenle yalnızca elektron mikroskobunda görülebilirler. Elektron
mikroskobik fotoğraflar, plazmalemmanın -ve bunun gibi hemen hemen tüm diğer
organel zarlarının- osmiyum tet- roksitle tespit edildikten sonra üç tabakalı
bir yapı gösterdiğini ortaya koymaktadır (Şekil 2-1). Tüm zarlar bu görünümde
oldukları için, bu üç tabakalı yapıya ünit membran (birim zar) (Şekil 2-2) denir. Elektron
mikroskobunda üç tabakalı görünmesinin nedeni, indirgenen osmiyumun, lipit
tabakasının her iki tarafında bulunan hidrofilik gruplarda çökelmesidir.
Fosfatidilkolin (lesitin) ve fosfatidiletanolamin
(sefalin) gibi membran fosfolipitleri; elektriksel olarak yüklü (hidrofilik)
bir baş bölümü ile buna bağlanmış nonpolar (hidrofo- bik) iki uzun hidrokarbon
zincirinden oluşmuşlardır. Kolesterol de hücre zarının bir bileşenidir. Zar
İçindeki lipitlerin en kararlı oldukları durum, hidrofobik (nonpolar)
zincirleri zarın merkezine, hidrofilik (yüklü) baş bölümleri ise dışa doğru olacak
şekilde oluşturdukları çift tabaka düzenidir (Şekil 2-1). Kolesterol, sıkıca
paketlenmiş olan uzun fosfolipit zincirlerini kırar; bu bozulma, zarı daha
akışkan yapar. Hücre, kolesterol miktarı aracılığıyla zar akışkanlığını kontrol
eder. İki tabakanın her birindeki lipit yapısı farklıdır. Örneğin;
eritrositlerde fosfatidilkolin ve sfingomiyelin ölçüsü zarın dış yarımında,
fosfatidilserin ve fosfatidiletanolamin miktarı ise iç yarımında daha çoktur.
Glikolipitler denilen ve oligasakkarit zincirlerine sahip olan kimi lipitler,
hücre zarından dışarı uzanarak lipitlerdeki asimetrik yapıya katkıda bulunurlar
(Şekil 2-3A ve 2-4).
Zarların başlıca moleküler bileşeni
olan proteinler (plazma zarında yaklaşık %50 ağırlık/ağırlık) iki gruba
ayrılabilirler. Bunlar; doğrudan lipit tabakası içinde gömülü olan in- tegral
proteinler ve zar
yüzeyine gevşek olarak bağlanmış periferik (çevresel) proteinlerdir. Gevşek olarak bağlanan periferik
proteinler tuz çözeltileri ile hücre zarlarından kolayca çıkartılabilirler.
İntegral proteinler ise ancak deterjanların kullanıldığı daha etkili
yöntemlerle çıkartılabilirler. Kimi integral proteinler zarı bir taraftan diğer
tarafa bir ya da birkaç kez geçer. Bu nedenle de bunlara; bir geçişli ya da çok geçişli
transmembran proteinleri (zarı kateden proteinler) denir (Şekil 2-4).
Dondurma-kırma yöntemiyle yapılan
elektron mikroskobik çalışmalar, birçok tamamlayıcı proteinin lipit molekülleri
arasına yerleşmiş küremsi moleküller şeklinde dağıldığını göstermiştir (Şekil
2-3B). Bu proteinlerin kimileri çift tabakalı lipit içine kısmen
gömülmüşlerdir; bu nedenle ya iç ya da dış yüzeyde çıkıntı yaparlar. Diğer
proteinler ise iki lipit tabakasını da boydan boya geçecek kadar büyüktürler
ve her iki yüzeyde de çıkıntı oluştururlar (transmembran proteinleri).
Glİkoprotein ve glikolipitlerin karbonhidrat bölümleri, plazma zarının dış
yüzeyinden uzanırlar; bunlar, reseptör (almaç) denilen özgül moleküllerin önemli bir
bileşenidirler. Reseptörler, hücrelerin yapışması, hücre tanınması ve protein
hormonlara yanıt verme gibi önemli etkileşimlere katılırlar. Lipitlerde olduğu
gibi, proteinlerin de hücre zarının her iki yüzeyindeki dağılımı farklıdır. Bu
nedenle, hücredeki tüm zarlar asimetriktir.
Çift tabakalı lipit içinde
proteinlerin integrasyonu; başlıca, lipitler ile tamamlayıcı proteinlerin dış
kabuğundaki nonpolar amino asitler arasındaki hidrofobik etkileşim sonucu sağlanır.
Kimi integral proteinler bulundukları yere çok sıkı bir şekilde bağlanmamıştır
ve hücre membranında hareket edebilir (Şekil 2-5). Ancak, lipitlerin tersine,
memb- ran proteinlerinin çoğunun yanlara doğru yayılması, kendilerine bağlı
olan hücre iskeleti elemanları nedeniyle sınırlıdır. Epitel hücrelerinin
çoğunda, sıkı bağlantılar (Bölüm -i’e bakınız) tamamlayıcı proteinlerinin
yanlara doğru yayılmasını ve halta dış yaprağın zar lipitlerinin de
yayılmasını engeller.
SiVl-FAZ PİNOSİTOZ

Reseptör Aracili Endosİtoz
Hücre yüzeyinde, düşük yoğunluklu
lipoproteinler ve protein hormonlar gibi birçok madde için reseptörler vardır.
Reseptörler aslında tüm yüzeye yayılmış durumdadır; ancak, özgül bölgelerde
toplanarak kaplı çukurlar denilen bölgeleri oluştururlar. Ligant (reseptöre karşı
büyük bir birleşme eğilimi olan moleküD’ın reseptörüne bağlanması, yayılmış
durumda bulunan reseptörlerin kaplı veziküllerde toplanmasına neden olur
(Şekil 2-7). Zarın sitoplazmik yüzeyindeki kılıflaşma birkaç polipeptitden
oluşmuştur, bunların en önemlilerinden birisi de klatrin dir. Kaplı çukur,
sitoplazmaya doğru çöker ve hücre zarından koparak ayrılır ve ligant ile
reseptörü hücre içine taşıyan kaplı vezikiilü oluşturur.
Daha sonra, kaplı vezikül klatrin kılıfını kaybeder endo- zom (Şekil 2-7) ile birleşir.
Endozom, sitozolde yerleşik hücre yüzeyine yakın (genç endozom) ya da
sitoplazmanın derinlerinde (yaşlı endozom) bulunan vezikül ve tübül sistemidir.
Bunlar birlikte endozomal kompartıman’ı oluştururlar. Genç ve yaşlı endozomların ayrı bölmeler mi olduğu;
yoksa, birinin diğerinin öncüsü mü olduğu hala soru işaretidir. Tüm
endozomların zarında, endozomun içinin asidite- sini sağlayacak, ATP-güdülü H+
pompası bulunur. Klatrin molekülleri kaplı veziküllerden
ayrılırlar ve yeni kaplı çukurların oluşumuna katılmak için hücre zarına geri
dönerler.
Endozomlara geçen moleküller birden
çok yol izleyebilirler (Şekil 2-7). Endozomun asidik pH’sı tarafından ligant-
lanndan ayrılmış olan reseptörler, yeniden kullanılmak için hücre membranına
dönebilirler. Örneğin; düşük yoğunluklu lipoprotein reseptörler (Şekil 2-8)
birçok defa yeniden kullanılırlar. Ligantlar genellikle yaşlı endozomlara
taşınırlar. Bununla beraber, kimi ligantlar, yeniden kullanılmak için, hücre
dışı ortama dönerler. Demir-taşıyan protein olan transferin, bu olaya bir
örnektir.
Sözcük anlamı “hücrenin yemesi” olan
fagositoz, “hücrenin içmesi" anlamına gelen pinositoza benzetilebilir.
Makro- faj ve polimorfonüklear lökosit gibi belli hücre tipleri; yabancı
bakteri, protozoa, mantar, haraplanmış hücre ve hücre dışı gereksiz maddeleri
alıp, yok etmek için özelleşmiş hücrelerdir. Örneğin; bir bakteri makrofajın
yüzeyi ile temas ettikten sonra makrofajın sitoplazmik uzantıları bakteriyi tümüyle
sarmalar. Bu uzantıların kenarları kaynaştığında, bakteri hücre içi fagozoma hapsedilmiş olur.
Ekzositoz, membranla çevrili bir yapının plazma
memb- ranı ile kaynaşmasını ve içeriğini, plazma membranmın bütünlüğü
bozulmaksızın, hücre dışı aralığa boşaltmasıyla sonuçlanan işlemi tanımlamak
için kullanılan bir terimdir. Ek- zokrin pankreas ve tükrük bezlerinde olduğu
gibi, salgı yapıcı hücrelerde biriktirilen ürünlerin boşaltımı bu işlemin tipik
bir örneğidir (Şekil 4-26). Ekzositozda membranların kaynaşması karmaşık bir
olaydır. Hücre membranları yüksek yoğunlukta negatif yüklü (fosfolipitlerin
fosfat rezidüleri) olduğundan, birbirlerine çok yakınlaşan membranla çevrili
yapılar birleşmezler; hatta, birleşmeyi kolaylaştıracak özgül bir etkileşim
olmadıkça birbirlerini iterler. Bu nedenle, ekzositozda çok sayıda özgül
protein aracılık yapar. Bu işlemi genellikle, Ca2+ düzenler.
Örneğin; sitozolde Ca2+ miktarının artması, ekzositozu tetikler.
Endositoz sırasında, hücre zarının bu
bölümü endosito- tik vezikül oluşturur; ekzositoz sırasında ise membran hücre
yüzeyine geri döner. Bu olaya membran trafiği denir (Şekil 2-7 ve 2-8). Birçok
sistemde, zarlar korunur ve endo- sitozun tekrarlanan döngüsünde birkaç kez
yeniden kullanılırlar.
Çok hücreli organizmalarda hücreler;
doku içindeki gelişmelerini düzenlemek, büyümeleri ile bölünmelerini kontrol
etmek ve işlevlerini sürdürmek için birbirleriyle haberleşmek zorun- dadırlar.
Birçok hücre; komşu hücreyle birleşen, iyon ve küçük moleküllerin karşılıklı
alışverişine izin veren haberleşme bağlantıları kurar (4. Bölüme bakınız).
İşaretler, aralıklı bağlantı da denilen bu kanallardan, hücre dışı sıvıyla
temas etmeden doğaldan hücreden hücreye geçer. Bunun olmadığı durumlarda;
hücre, diğer hücreleri doğnıdan fiziksel temasla etkileyen, membrana bağlı
işaret moleküllerini kullanır.
Hücre dışı işaret molekülleri ya da
haberciler, hücreler arasında üç tip haberleşmeye aracılık ederler. Endokrin işarette,
hormonlar kanla
tüm vücuttaki hedef dokulara taşınırlar; parakrin işarette,
kimyasal aracılar
hızla metabolize olduklarından yalnızca yakın çevredeki hücrelere etki
ederler; sinaptik işarette ise, nörotransmiterler yalnızca si- naps denilen özel temas bölgeleri
üzerinden komşu sinir hücrelerini etkilerler (9. Bölüme bakınız). Kimi durumda;
parakrin sinyal, haberci molekülü üreten aynı hücre tipi üzerine etki eder. Bu
olaya otokrin işaret denir. Vücuttaki her hücre tipi, önceden özel bir şekilde
programlanmış ve kendisine gelen işaretlere farklı şekilde yanıt verme
yeteneğinde olan reseptör proteinleri içerir (Şekil 2-9).
İşaret moleküllerinin sudaki
eriyebilirlikleri de farklıdır. Steroid ve tiroid hormonları gibi küçük
hidrofobik
işaret molekülleri, hedef hücrenin plazma membranını difüzyon- la geçerler ve hücre içindeki
reseptör proteinlerini etkinleşti- rirler. Bunun aksine, nörotransmiterler,
çoğu hormonlar, yerel kimyasal aracılar gibi hidrofîlik
haberleşme molekülleri, hedef hücrelerin yüzeyindeki reseptör proteinlerini et-
kinleştirirler. Hücre zarında yer alan bu reseptörler; haberi, varacağı en son noktaya (ya sitoplazma ya da çekirdek) iletmek
için, bir dizi hücre içi aracıya aktarırlar. Çok sayıda hücreler arası
hidrofîlik haberci, işareti reseptörden hücrenin geri kalan tümüne
aktarabilmek için membran proteinlerine gerek duyar. Bunlar içinde en iyi
bilineni, guanin nükleotidine bağlandığı için, G proteinleri denilen proteinlerdir. Birincil haberci (hormon, nörotransmitter, panıkrin
işaret) reseptöre bağlandığında, reseptörün yapısında, bu duruma uyum sağlayacak
yönde, bir değişiklik olur ve değişime uğrayan reseptör, G protein-guanozin
difosfat kompleksini etkinleştirir (Şekil 2-10). Guanozin difosfat, guanozin
trifosfat ile yer değiştirir; bu değişim sonucunda, G proteininin a alt birimi
serbestleşir. a alt birimi de efektör denilen membrana bağlı diğer
aracılar üzerine etki eder. Genellikle, etkisi İşlevsiz öncül molekülü işlevli ikincil haberciye dönüştüren bir enzimdir. İkincil
haberci, tüm sitoplazmaya yayılabilir ve işareti hücre membranının ötesine
taşır; böylece, hücre davranışında değişime neden olacak bir dizi moleküler
etkilenme başlatır. Örneğin; Tablo 2-2’de verilen örnekler çeşitli dokularda
bulunan G proteinlerinin farklılığını ve önemli hücre işlevlerini
düzenlemedeki rollerini göstermektedir.
Steroid hormonlar, küçük hidrofobik (yağda eriyen) moleküllerdir
ve plazmadaki taşıyıcı moleküllere geri dönüşümlü olarak bağlanarak kan içinde
taşınırlar. Taşıyıcı proteinlerinden ayrıldıktan sonra, hedef hücrenin plazma
membranmm lipitlerini geçerler ve sitoplazma ya da çekirdekteki özgül steroid
hormon reseptör proteinlerine geri dönüşümlü olarak bağlanırlar. Hormonun
bağlanması reseptörü etkinleştirerek, onun özgül DNA dizisine yüksek bir
çekimle bağlanmasını sağlar. Yüksek afiniteli bu bağlanma; genellikle, özgül
genlerin yaptıkları transkripsiyon miktarını artırır. Her bir steroid hormon,
homolog reseptör protein ailesinin farklı bir üyesi tarafından tanınır. Tİroİd
hormonları, hücre içi reseptörler üzerine etki eden değişmiş yağtutan amİno
asitlerdir.
Yorumlar
Yorum Gönder